Kendimizi anlama yolculuğumuz, hem kendimize hem de diğer insanlara olan bakış açımızla ilgilidir. Dijital çağda, bu açıklama biçim beynimizin hazır henüz olmadığı yeni boyutlar kazanır. Zihinlerimiz, deneyimlerimiz tarafından  – hem gerçek hem de sanal olanlar dahil- tarafından şekillendirilir. Bu etkilenebilirlik durumu, sadece manipülasyonla sınırlı değildir; zihnimizin temel bir niteliğidir de aynı zamanda.

Her gün cansız olanı maddeleri canlandırarak kişiselleştirme yaparız – arabalarımız sadık arkadaşlar haline gelir ve akıllı telefonlarımız, sırdaşlarımız olur. Bu, sadece modern yaşamın tuhaf bir özelliği değil, insan zihni için derinlemesine kökleşmiş bir özelliktir. Antik kültürler, nehirlerde ve yıldızlarda ruhları görürdü, bu da insanların kendilerine has özelliklerini cansız varlıklar üzerine yansıtma eğilimlerinin bir kanıtıdır. Peki neden dijital çağda bu önemli?

Dijital alan, zihinlerimizdeki kimliklerimizi yansıtmak, yorumlamak ve yeniden kurgulamak için bir oyun alanı haline geldi. Her etkileşim, başka bir platformdaki bir kişi veya sanal bir asistanla, bu kişiselleştirme için bir fırsat yaratır ve kendimizi ve de diğerlerini nasıl algıladığımızı etkiler. Hayatlarımızın yeni “gerçekliği”, sadece gerçeği değil, sanal olanı da içine alan bir şekilde, gerçeklik kavrayışımızı zorlar.

Dijital dünyada, farklı platformlarda kimliklerimizin farklı yönlerini sergilemek için çeşitli maskeler takarız. Bu parçalanma sadece rol yapma ile sınırlı değildir; kimlik arayışımızın özüne dair konuşur. LinkedIn’de profesyonellik maskesini takarız; Instagram’da maceraperest yanımızı sergileriz; Twitter’a esprili bir yorumcu olarak katılırız. Bugünün dünyasında bu mecralar sadece birkaç örnektir. Bu sadece dijital kıyafet değişikliği değil, insan psikolojisinin çok yönlü doğasının bir yansımasıdır. Fakat bunun bedeli nedir? “Gerçek ben” in varoluşsal sorusu, bu farklı çevrimiçi kişilikler arasında daha da karmaşık bir hal alır.

Psikolojik düzeyde de etkisi derindir. Oluşturduğumuz ve beslediğimiz her dijital kişilik, benlik kavrayışımızı şekillendirir. Bu parçalanma, tutarlı bir kimlik anlayışımızı zedeler. Çevrimiçi kimlikler, sadece gerçek benliklerimizin yansımaları değil, aynı zamanda düşündüğümüz, hissettiğimiz ve davrandığımız şekli etkileyen aktif yapılandırmalardır. Dolayısıyla dijital kimlik, genel kimliğimizin kritik bir yönü haline gelir; göz ardı edilemeyen, aksine incelenmesi gereken bir bulmacanın parçasıdır.

Beyinlerimiz yeni ortamlara uyum sağlama yetenekleriyle dikkat çekicidir ve dijital dünya de bunun br istisnası değildir. Ancak bu uyum, kimlik kavramının doğasına dair felsefi ve psikolojik soruları gündeme getirir. René Descartes’ın düşündüğü gibi, “Cogito, ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım) dijital çağda “Çevrimiçiyim, öyleyse varım” haline gelir. Çevrimiçi varlığımız, kendi kimlik algımız ve diğerlerine dair algımızın nasıl birbirine dolandığının bir kanıtıdır. Dijital çağ, beynimizin sürekli olarak sanal kimlikleri işleyip uyum sağladığı benzersiz bir olguyu beraberinde getirmiştir.

Beynin dijital kimliklere uyum sağlaması çift yönlü bir kılıçtır. Bir yandan, bilişsel esnekliğimizi ve karmaşık sosyal ortamları gezinme yeteneğimizi sergiler. Farklı kendini sunma biçimleri arasında geçiş yapabiliriz, bu pre-dijital dönemlerde veya diğer hayvan türleri için o kadar gerekli olmayan bir bir durumdu şüphesiz. Diğer yandan, bu sürekli geçiş, kendimizle dijital ve fiziksel kimliğimiz arasında bir uyumsuzluk yaratabilir. Dijital ve fiziksel kimliklerimiz arasındaki uyumsuzluk, kim olduğumuzu anlama anlayışımızı sorgulayarak içsel bir çatışma yaratacaktır.

Bu uyumsuzluk, diğerlerini nasıl algıladığımızda özellikle açıktır. Çevrimiçi etkinliklerdeki samimiyet yanılsaması bunun iyi bir örneğidir. Hiç tanımadığımız insanlara bağlı hissederiz, gerçek ilişkilerle sanal tanışıklıklar arasındaki çizgiyi bulandırırız. Benzer şekilde, aynı fiziksel mekanı paylaşırken bir arkadaşla dijital olarak etkileşimde bulunmanın tuhaf gerçekliği, sosyal etkileşimlerimizin bölünmesini vurgular. Tüm bu gösteri, çok yönlü bir dünya algısından doğar, bu nedenle kendimizi inandığımız kadar erdemli bulmayız, akıl ve akıl dışılığın kenarında dans ederiz, çelişkiler denizinde bir tutarlılık görüntüsünü yansıtırız. Belki de, hayat, hiçbir ahlaka sahip olmayan bir oyun gibidir, Nietzsche’ye göre olduğu gibi. Çünkü bu dijital ve fiziksel yaşam tiyatrosunda, biz oyuncular, her şeyin absürtlüğünü fark etmek için rollerimizde çok meşgulüz. Çünkü bu dijital ve fiziksel varlık labirentinde, kendini tanıma yolculuğu sadece kim olduğumuzu keşfetmekle ilgili değil, aynı zamanda olabileceğimiz kişilerle de ilgilidir.

Admin
Hi, I’m Admin

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir